MakalelerPusula

Yeni sürece eskiyi aşarak yanıt olabiliriz

“Fakat zorluk, olanaksızlık demek değildir. Önemli olan, yolun doğru seçildiğine inanmaktır; bu inanç, mucizeler yaratabilecek devrimci enerjiyi ve devrimci coşkuyu yüz kat artırır.” (Lenin)

Kürt sorununda 2013 yılı ile birlikte başlayan görece sakinlik dönemi, 24 Temmuz’la birlikte yerini çatışmaların şiddetlendiği, devletin halka yönelik hak gasplarının arttığı ve demokratik faaliyetin sınırlandırıldığı döneme bırakmıştır! Kaypakkaya yoldaşın deyimiyle “beyaz terör”ün boyutlandığı bir dönemdeyiz. Türk devleti; tarihsel düşmanı olarak gördüğü Kürt ulusunu ve onun örgütlü gücünü merkezine alan bir saldırı dalgası başlattı. DAİŞ’e karşı ABD ile varılan mutabakatın asıl işlevinin halkların cephesinden devrimci, demokratik bir siyaset izleyip, demokratik özerklik projesiyle sistemi zorlayan bir güç olan Kürt hareketinin darbelenmesi, hizaya getirilmesi olduğu açıkça gösterildi. Suruç katliamı bu saldırıların gerekçesi olarak kullanıldı.

Saldırıların merkezinde Kürt ulusu ve PKK’nin tüm örgütlenmeleri dururken, devrimci, demokratik kesimlere yönelim de söz konusudur. Özellikle de Kürt ulusu ve hareketiyle dayanışma içinde olanların bu saldırıların hedefleri olacağı açıktır. Bunlarla birlikte 90’a yakın basın sitesi kapatıldı, T. Kürdistanı’nda internete erişim yavaşladı, “özel güvenlik bölgeleri” ilan edilmeye başlandı. HDP’lilere başta eşbaşkanlar olmak üzere yoğun bir linç kampanyasının yanısıra peşpeşe davalar açılmaya, fezlekeler hazırlanmaya başlandı!

7 Haziran seçimleri öncesi çıkarları çatışan Erdoğan’ın başkanlık hayalini suya düşürebilecek tek güç olan HDP’ye “ekranlarını açan” burjuva medya; devletin büyük çıkarları söz konusu olunca Kürtlere ve demokratik güçlere karşı özüne yani yekpare faşist içeriğine döndü. Fakat AKP’de temsil olunan egemen kliğin saldırganlığı o kadar üst boyuttadır ki bunları da yetersiz görmektedir. Kendi yayın grupları aracılığıyla aynı zamanda bitmeyen hesaplaşmaları için de Doğan Grubu medyasına saldırmaktadır. Oysa ki özellikle HDP’yi hedef gösterip, düzen içi sınırlara çekip, etkisizleştirmek işini en iyi yapanlardan biri Doğan grubuydu… Burjuva medyada öze ait olmayan nüanslara dahi tahammül edilemiyorken, sosyalist, devrimci basın üzerindeki baskının katmerleneceğini öngörmek hiç de kehanet değil.

Tekrar vurgulayalım ki, bütün bu yaşananlar “saray darbesi” değildir. “Erken seçimde oyunu yükseltmek için AKP tarafından tezgahlanmış” vs. de değildir. Yekpare olarak Türk devleti tüm kurumlarıyla AKP’sinden CHP’sine, ordusundan bürokrasisine, polisine, ideoloji üretim aygıtlarına kadar bu saldırıda birleşmişlerdir. Partizan olarak, demokratikleşmeyi “dahi” devrim sorunu olarak görmemizin nedeni devletin faşist niteliğinin “demokratik”(!) sınırını çok iyi bilmemizdendir. Elbette ki bu oluşan konjonktürü en iyi kullanan klik kendi içlerindeki dalaşlarda/rekabette öne geçecektir. Bu konjonktürü elindeki imkanlar dolayısıyla AKP’nin ve Erdoğan’ın en etkili şekilde kullanmaya çalıştığı açıktır. “Saray darbesi”, “erken seçim hesabı” vs. belirlemeleri, oluşan zeminin olanakları üzerinden yorumlandığında politik olarak ancak doğru anlamlandırılabilir. Bunların gerçeklere uygun şekilde tanımlanıp devletin ve sistemin merkeze konulması devrimci güçler için zorunludur.

İçine girilen sürecin ne kadar sürebileceğini kestirmek şimdilik güç görünüyor. Sürecin sonucunu belirleyecek olan devrimci, demokratik güçlerin sürece müdahil olma ve ulusal hareketle her alanda işbirliğinin geliştirebilme potansiyelleridir. Yani ezilenlerin ortak mücadelesidir.

Ulusal hareketin dört parça Kürdistan’da ulaştığı örgütlülük düzeyi ve silahlı gücü; savaşın ezilenlerin çıkarına büyütülebilme potansiyelini de göstermektedir. Hareketin “demokratik ulus” projesinin ideolojik çerçevesinin bu potansiyeli sınırlama etkisini gözden kaçırmamamız gerekmektedir. Nitekim, liberal solun ilk günden itibaren özellikle HEP üzerinde baskı kurarak ve ulusal hareketin şiddeti ile devlet şiddetini eşleştirerek yürüttüğü politikalar esasta “demokratik ulus” projesinin içinde barındırdığı uzlaşmacı niteliğe dayanmaktadır. Bizler de yıllardır bu niteliği bilerek, Kürt ulusal demokratik hareketine; tam hak eşitliği ve ezilenlerin yanında olma, birlikte mücadeleyi büyütme perspektifiyle destek verdik. Türk devletinin faşist niteliğinin ve bunun karşısında ulusal hareketin ezilenler cephesinden kopmayan pratiğinin, bu “uzlaşmacı” niteliğe yaşam şansı tanımadığını görmek gerekmektedir.

İdeolojik boyuttaki bu sınırlar kadar önemli bir etken de, Rojava’daki kazanımlara yönelik Türk devleti ve emperyalistlerin olabilecek saldırılarıdır. DAİŞ’e karşı savaşan en etkin güç olması nedeniyle, şimdilik “ses çıkarılmayan” Rojava; T. Kürdistanı ile birlikte hareket etmeye kalkışmasıyla birlikte; saldırılara ve işgale maruz kalabilecektir. Ayrıca Rojava’da KDP, Kandil’in bombalanmasına açık destek vermiş ve çatışmaların şiddetlenmesinden PKK’yi sorumlu tutmuştur. Seçim öncesi peşmergelerin PKK gerillalarına yönelik saldırıları düşünüldüğünde, 4 parça Kürdistan’da KCK öncülüğünde gelişebilecek topyekun bir bağımsızlık savaşında KDP’nin tekrar Kürtler arası savaşa yol açacağı kesin gibidir. Bütün bu olgular hesaba katıldığında Kürt hareketinin savaşı büyütüp, saldırıları geri püskürtmesinde kalıcı bir “statü” elde edebilmesinde “Fırat’ın batısı”nda yükseltilecek mücadelenin önemi daha net ortaya çıkar. Fakat Suruç katliamı ve Kandil’in bombalanması sonrasında devrimci güçlerin yeterli bir yanıt olamadığı ortadadır. Bu durumun olanaksızlıkla, hazırlıksızlıkla açıklanması yetersizdir. Olanaksızlıklar; ezilenlerin mücadelesine doğru bir politik yönelimle girildiği oranda ortadan kalkacaktır. Ezilenlere yönelik, topyekun bir saldırı başlatılmışken, bunun karşısında gereken yanıt “yekvücut” verilmek zorundadır.

Mevcut sınırları aşalım

İçine girdiğimiz bu dönemi çok değil sadece 24 Temmuz öncesinin anlayışı ve çalışma tarzıyla omuzlayabileceğimizi düşünmemeli; hızlı bir şekilde sürece uygun yeni örgütlenme tarzları, saldırı yöntemleri, kitlelere ulaşma araçları oluşturmalıyız. Her süreçtekinden çok daha fazla yaratıcılık, cesaret ve kararlılığın gerektiği ortadadır. Süreç değiştiği, sınıf mücadelesinin yeni bir boyutuna dönüştüğü halde “… bugüne kadar ulaşılmış sınırlar ve çerçeveler içinde kalırsak, beceriksizliğimizi kanıtlamış oluruz” (Lenin). Sürecin gerisinde ve ihtiyaçlara yanıt olmaktan uzak bir şekilde çakılıp kalmamanın yolu “olanaksızlıkları”, “hazırlıksızlığı” öne sürüp geri durmak değil, kolektifimizin perspektifleri doğrultusunda her olanağı değerlendirip göze alarak mücadeleye atılmaktır.

Ustaların sürekli olarak “her çeşit mücadele biçimine her an hazır olmak” ilkesinin sınıf mücadelesindeki önemi şu an bir kez daha görülmüştür. Kürt hareketinin deneyimleri bu anlamda çok öğreticidir. 2013-2015 arası çatışmasızlık dönemini; güçlerini tahkim etmek için kullanmıştır. Geçmiş mücadele deneyimi, her zaman her koşula tam da sloganlarında ifadesini bulduğu üzere “savaşa da barışa da” hazır olmalarını getirmiştir.

Kürt halkının ve hareketinin, saldırıların hedefinde olduğu bu süreçte bütün alanlarda her türlü yöntemle Kürt güçleriyle birlikte hareket etmek zorunluluktur. Saldırıların geri püskürtülme sorumluluğunu Kürt hareketiyle eşdeğer oranda görevimiz arasında görüyoruz. Bu da salt legal-demokratik alan mücadelesiyle yerine getirilemez. Salt yasal zeminlerde barışçıl gösterilere katılmak, basın açıklamalarında ortaklaşmak mevcut saldırıya yanıt niteliği taşımamaktadır.

Gezi ruhuyla, sokakların tutuşturulmasının ve eylemlerin yoğunlaştırılmasının gereği açıktır. Doğru zamanda doğru politikanın halk nezdinde kısa sürede karşılık bulacağını bilmeliyiz. Bu savaşta emekçi gençler ölmektedir. Halkımızın önemli bir kısmı, bu gerçeğe bağlı olarak savaşın başlatıcısı olarak gördükleri AKP’ye karşı tepki duymaktadır. Bu savaşın; çeşitli sermaye gruplarının temsilcisi olarak Türk devletinin tüm ezilenlere yönelik bir savaş olduğunun propagandası her türlü araçla yapılmalıdır. Ajitasyonlarımızda, şu anda iktidar olan AKP’nin 13 yıllık suçlarını, soygunlarını saklamak için bu savaşı kışkırttığı açıklanmalıdır. CHP’ye her zamanki gibi “sol” adı altında en pis, en ikiyüzlü rol düşmüştür. Saldırılar başladığı andan itibaren ses çıkarmaması ve bu süreçte koalisyon görüşmeleri adı altında geçici hükümetin elini rahatlatıp savaşın bu ara dönemin olgusuymuş gibi görünmesine yol açması teşhir edilmelidir. Siyasi partiler arasındaki bu uzlaşmanın, tüm ezilenlere karşı olduğu anlatılmalıdır. Tüm yerel alanlarımız, her zamanki vazgeçilmez şiarımız olan, “tek başına olsak bile harekete geçmeliyiz” anlayışıyla hareket etmelidir.

Dönemin görevi, her alanda “bilincimizi, inisiyatifimizi ve enerjimizi yükseltmek için çok çalışmamız ve inatla çalışmamızdır.” (Lenin)

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu